24 Aralık 2012 Pazartesi

Sıcak, Sıcaak


1593 tarihli bir belgede, undan yapılmış halka biçimindeki bir çeşit ekmek "halka-i simid" olarak geçmektedir. II. Süleyman döneminden bir mutfak defterinde ise, saraya günde otuz bin adet halka-i simid gönderildiği yazmakta. Ayrıca Osmanlı padişahlarının Ramazan'da iftardan sonra, yollarda saf tutan askerlere simit hediye ettikleri de bilinmektedir. Yani simit o zamanlarda padişah hediyesi sayılacak kadar değerliymiş. 18. yüzyıla ait kaynaklarda ise, halka-i simid yerine sadece "simit" denildiğini görüyoruz. Bu yıllarda simit, sarayın yanısıra halk arasında da çokça tüketilirmiş.


Genellikle Safranbolu ve Kastamonu'luların mesleği olan simitçiliğin, kendine özgü kuralları varmış. Özellikle Galata, Kumkapı, Samatya ve Beylerbeyi’ndeki fırınlarda pişen simitler kaliteleriyle ünlenmiş. Eski ustalara göre, simidin kaliteli olabilmesi için piştikten sonra renginin altın rengi olması gerekiyormuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise unun az olması nedeniyle, simit yapımı bir süre yasaklanmış.


Günümüzde simit ve çay pek çoğumuz için sevilen ikili olmaya devam ediyor. Hele bir de Boğaz kenarında denizi seyrederek çayınızı yudumluyorsanız, çıtır çıtır simidinizin tadına doyum olmaz.


Bir vapurdaysanız simidinizi martılarla paylaşabilirsiniz. Bu alışkanlığımızın artık şenliği bile var, Üsküdar Belediyesi üç yıldır 28 Haziran'da, Martılara Simit Atma Şenliği düzenliyor. 


Hiç yorum yok: